Cam İşleme Sanatı
Posted on 16 October, 2020 by Administrator
CAM İŞLEME SANATI
Saydam veya yarı saydam olabilen camın, ana maddesi silisyumdur. Cam orijinalinde inorganik bir sıvıdır, ancak işlenerek sert ve kırılgan bir hale getirilir. Antik çağlarda camın kumdan yapıldığı bilinmektedir. Eskiden kumun ana madde olarak kullanılmasının nedeni, silisyumun doğada en çok kumda bulunmasıdır.
Cam, insan yapımı ve doğal cam olmak üzere iki grupta sınıflandırılabilir. Yanardağlardan püsküren lavların, yanardağın eteklerinde soğuması ile doğal camlar oluşur. Doğal cam, yarı değerli taş olarak değerlendirilmektedir. El yapımı cam ise, günlük hayatımızda gördüğümüz ve hepimizin bildiği camlardır.
Cam, eskilerden günümüze kadar birçok objenin yapımında kullanılan bir hammaddedir. Cam işleme ise, endüstriyel tarafının yanı sıra, aynı zamanda bir el sanatıdır. Cam işleme sanatı bir zamanlar nesli tükenmeye yüz tutan sanatlar arasına girmiştir. Bunun sebebi, atölye sayısının az olması ve yeterince usta yetişmemesidir. Ancak gün geçtikçe cam işleme sanatına olan ilginin artması, bu sanatın tekrar canlanmasına neden oluyor.
Cam İşleme Sanatı Nedir?
Erken Dönem Cam İşleme Sanatı
Camın tesadüf olarak bulunduğu yaygın olarak inanılan bir durumdur. Yunan tarihçi Piny’in camın keşfine dair yaptığı açıklama, en çok bilinendir. Ping’e göre, birkaç tüccar nehir kıyısında kamp kurmuşlar ve nehir yatağında ateş yakmışlar. Bir sonraki gün ateşin külleri arasında şeffaf ve parlak olan cam parçaları bulmuşlar. Bu şekilde cam keşfedilmiş. Cam sanatı erken dönemlerde, en çok Mısır ve Mezopotamya’da gelişmiştir. Bu bölgelerde odunla yanan cam ocaklarının bulunduğu düşünülmektedir.
Cam İşleme Sanatının Tarihi
Mısırlılar ve Finikeliler tarafından, M.Ö 2500’lü yıllarda ilk kez insan yapımı cam üretilmiştir. Camın ilk kullanım alanı ise süsleme amacıyla kullanılan boncuklar olmuştur. Kıymetli taşların yerini alması için cam boncuklar üretilmiştir.
Aynı dönemde Mısır’a komşu olan Babil’de bir kil tabletin üzerine ilk cam reçetesi kazınmıştır. Bu durum, Babil’de de cam sanatının gelişmeye başladığını göstermektedir. Özellikle İran’da büyük ilgi gören cam işleme sanatı, daha sonra geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Cam işleme sanatıyla ünlü diğer bölgeler İtalya’nın Murano Adası, Bohemya ve Fransa‘dır. O zamanlar renksiz cam üretme tekniğini bilen az usta olduğu için, batıda renksiz cam çok değerliymiş.
Camın İslami sanatlara girmesi “revzen” adı verilen alçı pencerelerde kullanılmasıyla başlamıştır. Daha sonra kandil, ibrik ve tabak gibi günlük eşyalarda kullanılmıştır. Osmanlı döneminde, İstanbul fethedildikten sonra, cam sanatının merkezi durumuna gelmiştir. İlk cam atölyesi, III. Selim döneminde, Mevlevi Dervişi Mehmet Efendi tarafından Beykoz’da açılmıştır. Mehmet Efendi cam sanatının inceliklerini Venedik’te öğrenmiştir. Zamanla, atölye sayılarının artmasıyla birlikte Camcılar Ocağı kurulmuştur. Daha sonra 1847 yılında İncirköy’de ilk cam fabrikası kurulmuştur. Cam sanatını batı bölgelerinden öğrenen Türk ustalarla, Avrupalı ustalar beraber çalışarak özgün eserler üretmiştir. Cam işleme sanatının ender örneklerinden olan, Beykoz işi cam objelerde, hem İslami sanatların etkisi, hem de batı teknikleri bir arada görülür. Bu camların özelliği ışığa tutulduğunda kırmızı rengini yansıtmasıdır.
Cam İşleme Sanatı Nedir?
Cam işleme sanatı, camın şeklen işlenmesi ve cam eşyanın üzerine boya ve desen işlenmesi şeklinde iki bölüme ayrılır. Camın şeklen işlenmesi adeta sıra dışı bir sanattır. Ustalar bu sıra dışı sanatı nasıl icra ediyorlar? Cam işleme sanatında kullanılan teknikler nelerdir?
Kalıplama Tekniği
Cam işleme sanatında kullanılan en eski tekniktir. Önceden hazırlanmış olan kalıba dökülen cam, donduktan sonra kalıptan ayrılır. Bir diğer teknik ise “üfleme tekniğidir’’. Pipo adı verilen içi boş boruyla üflenerek, eriyik ve sıvı halde bulunan cam şekillendirilir. Bu teknikle; bardak, sürahi, vazo gibi dekoratif malzemeler üretilir. Cam eşyanın üzerine boya ve desen işlenerek yapılan cam işleme sanatına “vitray” denilmektedir. Aslında vitray tekniğinin orijinalinde, kırılmış olan camların kullanılarak desen oluşturulması esastır. Ancak oldukça zor bir yöntem olduğundan pek tercih edilmemektedir.
Kalıp İçi Cam Şekillendirme Tekniği
Diğer bir adı “fırında şekillendirme” olan bu tekniğin, heykel ve seramikle benzer birçok yönü bulunmaktadır. Elde şekillendirme yöntemi ile yapılır. Kilden modeli hazırlanan cam heykelin, alçı kalıbı alınır. Daha sonra cam parçaları kalıba yerleştirilerek, yüksek ısıda fırınlanır. Cam kalıbın içinde eriyerek modelin şeklini alır. Fırınlama süresinin camın kalınlığına göre değiştiği bilinmekle beraber ortalama iki hafta da bir süre olduğu söylenebilir. Kalıbın kırılarak cam heykelin temizlenmesi ve ardından üzerine parlatma işlemi yapılması, cam soğuduktan sonra gerçekleşir. Bu işlemler yapılarak cama son şekli verilir.
Cam Füzyon Tekniği
Cam üzerine resim yapma sanatıdır. Özel olarak üretilmiş, renkli ve şeffaf düz camlar, plakalar halinde ve soğukken istenilen formda ve elde kesilerek şekillendirilir. Camların birbiriyle kaynaşması için özel olan fırınlarda 800 derecede fırınlanır. Yapılan bu işlere “cam füzyon” denir. Elle yapılan bir teknik olduğundan objeler birbirine benzer, ancak kesinlikle aynı olmaz.
Cameo Cam Tekniği
Çeşitli renk katmanları halinde cam üst üste yerleştirilir. Daha sonra cam eritilir ve üst katmandaki camın oyulması ve aşındırılması ile desenler ortaya çıkar. Cameo cam tekniği ilk kez Roma’da görülen lüks bir cam sanatı tekniğidir.
Cam Üfleme Tekniği
Cam üfleme sanatının tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Bu teknikle cama farklı şekil, motif ve desenler verilerek muhteşem eserler ortaya çıkar. Son zamanlarda bu teknikle orijinal vazolar, aydınlatma lambaları ve hediyelik eşyalar üretilmektedir.
Cam üfleme dikkat ve sabır isteyen bir sanattır. Cam üflemeden önce uygulanması gereken bazı teknikler vardır. Özellikle el kıvraklığının, iyi olması gerekir. Cam hiçbir zaman alevden uzaklaşmamalıdır. Ufak bir uzaklaşmada dahi, ani ısı kayıpları nedeniyle tüm emekler boşa çıkabilir. Ayrıca sürekli hareket ettirilerek, camın her noktasına aynı derecede ısı gelmesi sağlanmalıdır.
Cam sert ve katı bir malzemedir. Gevrek bir yapıya sahip olan cam, sert bir yüzeyle karşılaştığında kırılmaya meyillidir. Ancak kimya literatürün de sıvı olarak tanımlanmaktadır. Örneğin, sıvı koymak için tasarlanan bir bardak aslında yine sıvının kendi formudur.
Türk Cam İşleme Sanatı
Osmanlı ve Selçuklu dönemi, geleneksel cam ürünlerinin yapıldığı dönemler olarak nitelendirilebilir. Selçuklu ve Artuklular döneminden kalma mimari ya da dekorasyon amacıyla tasarlanmış eserleri müzelerde görmek mümkündür.
Osmanlı döneminden kalan eserlere bakıldığında, cam sanatının oldukça ilerlediği anlaşılmaktadır. Osmanlı cam endüstrisi İstanbul merkezli gelişmiştir. Eyüp, Balat, Ayvansaray, Bakırköy, Beykoz, Paşabahçe, Çubuklu ve İncirköy gibi bölgelerde, farklı cam üretim yapan cam atölyeleri bulunduğu bilinmektedir. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte, Türk cam endüstrisi yepyeni bir yön kazanmıştır. Özellikle Paşabahçe, çok sayıda cam ustasını bir araya toplayarak, Türk tarihi için önemli bir cam yapım merkezi haline gelmiştir. Geleneksel Türk cam ürünleri Çeşm-i Bülbül ya da Türk filigranosu, olarak da bilinmektedir.
Çeşm-i Bülbül
Anadolu atölyeleri tarafından çıkarılan bir ürün olan Çeşm-i Bülbül son derece kalifiye bir tekniktir. Bu tekniğin kullanımındaki her aşama, titizlikle yerine getirilmeli ve çok kısa bir sürede gerçekleştirilmelidir. Bu teknik, hata kabul etmez. Oluşan hatayı düzeltmek neredeyse imkansızdır. Çeşm-i Bülbül tekniğinin aşamaları aşağıdaki gibidir.
Pipo, fırında eriyik halde bulunan cama daldırılarak, camı toplamak için döndürülür. Daha sonra cam potadan ayrılarak ocak dışında şekillendirilir ve soğutulur.
Biraz daha soğuk olan cam, düzenli bir şekilde dizilmiş renkli çubuklar ile hazırlanan bir kalıba sokularak üflenir. Çubuklar cama yapışır.
Oluşturulan form tekrar potaya götürülerek, cam çubukların iyice yapışması sağlanır.
Cama son şekli kalıp içerisinde elle gerekli döndürme işlemi yapılarak verilir. Bu büyük yetenek gerektiren bir aşamadır.
Şekil verilen ürün soğutulur ve metalden ayrılır.
Cam Boncuk Yapımı
Bir halk sanatı olan cam boncuk yapımı, küçük fırınlarda yapılır. Cam odun ateşinde yumuşatılarak, boncuklar elle kullanılan basit aletlerle çeşitli formlara büründürülür. Cam boncuk üretiminde kullanılan yöntemler ve üretilen ürünler, eski dönemlerden beri pek farklılık göstermemektedir.
Türkiye’deki Cam İşleme Ustaları
Ahmet KARAAHMETOĞLU, Aydın YILDIZ, Ayşegül KAYA, Davut TAPAN, Ertuğrul KANAT, Fatma Meral AKBAŞ, Funda İŞÇİ, Handan ALDOĞAN, Hilal ÜĞÜTGEN TAŞÇI, Hülya ÇEPNİ, İkrami AKGÖL, İlhami HANCIOĞLU, Meral DEĞER, Meryem CİNEVİZ, Metin ÖZERDEN, Nezahat PAMUK YURTYAPAR, Meyçem EZENGİN, Nazım ÖRKİ, Orhan EFE, Özcan YAYLA, Pelin İNAL, Rasim UZUNEL, Rengin ALKIN, Sabriye PAMUK GÜLPEK, Serbay DORU, Sonay KURUÇAY BAŞ, Tuba TÜNAY, Zehra Mine YAZICIGİL ÇETİN, Süreyya Sibel AYTEKİN, Huri MUTLU, Yunus MUTLU, Sare ATEŞ, Gürcan KİNİK, Emre GÜLTEN, Dilara EGELİ, Aydan BİRDEVRİM, Sertaç BAYRAKTAR, Hidayet Merve ARASLI, Zeynep Gül GÜNAYDIN.
Cam, bir malzeme olarak sihrini, varlığının benzersiz biçiminde taşır. Maddenin halleri içinde zarafetle dans eder. Ve onun sırrını çözmeyi başaran cam ustalarının elinde bir sanat eserine dönüşür. Cam sanatsal ifade için mükemmel bir malzemedir. Ancak camla sanatsal çalışmalar yapabilmek ve bu konuda deneyim kazanabilmek için, kişinin belirli bir estetik duyarlılığa sahip olması, özveriyle çalışması ve kendini bu konuya adaması gerekir. Cam obje üretimi için, gerekli becerinin geliştirilebileceği üretken bir atölye çalışması ortamı da en az bu unsurlar kadar önemlidir.
Osmanlı Cam İşleme Sanatı
Avrupa Cam Sanayisin de yaşanan yenilikler:
Sultan III. Selim’in Osmanlı Cam Sanatına katkıları Sultan III. Mustafa ve onun oğlu Sultan III. Selim’in dönemlerinde başlayan Osmanlı’da cam sanayi kurma girişiminin öyküsü şöyledir
Yüzyıllar boyunca kullanım eşyası olarak üretilen cam ürünler, 19. yüzyıla kadar tüm dünyada hükümdarların ve maiyetlerindeki yöneticilerin desteklediği bir sanat dalı olarak, varlık göstermiştir. Bir yandan cam üretimindeki ve işlenmesindeki teknik gelişmeler, diğer yandan beğenilerin değişmesi, yaratıcı bir sanat dalı olarak cam işçiliğinin tarihsel gelişimini belirlemiştir.
Geleneksel Osmanlı Camcılığı ve Teşkilatı:
Osmanlıların elinde cam işi başlı başına bir sanayi halini almıştır. Türk camcılığı ile ilgili en eski belgeler, 16. yüzyıla tarihlenmektedir. Süleymaniye Camisi ve külliyesinin yapılışı sırasında tutulmuş muhasebe defterleri, inşaatla ilgili emir ve fermanlar, cam ustaları ve bunların yaptıkları işlere dair bize önemli bilgiler vermektedir. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonlarında bulunan şehzadelerin sünnet düğünü şenliklerini anlatan “Surname-i Hümayun” adlı minyatürlü yazma eserde, çeşitli meslek gruplarının, geçit törenlerini gösteren sahneler arasında yer alan cam ustaları ve kullandıkları aletlerin gerçeğe uygun resimleri, Türk cam sanatının o yüzyıldaki düzeyini göstermesi bakımından önemli belge niteliğini taşır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en üst düzeyde “Ehl-i hıref” adıyla tanınan ve Topkapı Sarayı’na bağlı olarak çalışan özel bir sanat erbabı kadrosu bulunmaktaydı. Bu özel kadro arasında “Camgeran” olarak isimlendirilen cam ustaları da görev yapmaktaydı. Bunların başında da “Sercamger” bulunurdu. Cam atölyelerindeki üretimi denetleyen Nazırlık ve Kethüdalık gibi üst düzey görevliler, Enderun-u Hümayun’dan yetişmiş kişilere verilir ve maaşları da devlet tarafından üçer aylık olarak ödenirdi. Osmanlı’da bütün meslek kolları Lonca ve Gedik sistemine göre düzenlenirdi. Gedik düzeni içinde camcıların “Nazır”ları, “Kethüda”ları, “Yiğitbaşı”ları, “Duacı”ları ve “Sahib-i Karhane” (işyeri sahibi) olan “Usta”ları vardı. Bu sistem içinde, usta-kalfa-çırak düzeni büyük bir hassasiyetle korunurdu.
Cam atölyelerindeki sorumlulara “Yiğitbaşı” adı verilirdi. Camcılık teşkilatının yönetiminde yer alan Nazır ve Kethüda’lar, bizzat saray Enderun’unda eğitim görmüş kişiler arasından atanmasına rağmen, Yiğitbaşı ve Duacı’ları esnaf, kendi içinden seçerdi. Osmanlı’da Lonca ve Gedik sisteminde, her çeşit sanayi ve sanat alanında ciddi denetlemeler yapılırdı. Her meslekte işin ustası ve söz sahibi kişiler tarafından yapılan işler kontrol edilir ve önceden belirlenen kalitede olmasına dikkat edilirdi. Kural gereği cam ürünlerinin ve satışının kesin olarak uyulması gereken kabul görmüş zorunlu şartları vardı.
Bir taraftan da bu sanatın gelişmesi ve ilerlemesi için ekonomik ve sosyal konular düzenlenirdi. Böyle bir düzen içinde gerçekleştirilen cam ürünlerinin biçimleri, isimleri, özellikleri, ağırlıkları ile alım satım bedelleri daha önceden denetim mekanizması tarafından belirlenmekteydi. Belirlenen ölçü ve dirheme göre yapılmayan, kalıp olan ya da alçak iş denilen cam, şişe ve camdan yapılmış objeler nazır tarafından kırdırılır, bunu üreten ustalar da cezalandırılırdı. Bütün bu katı kurallarla aslında, cam işleyenler devlet tarafından korunmaktaydı. Fırınları için gerekli çam odunu ile maya denilen cam fırınında eritmek için kullanılan şişe cam kırıklarının sadece, gerçek üreticiye aracısız olarak satılması sağlanırdı. Hatta bu değerli malzemenin ihracatı da önlenerek, ülke içinde cam üreticilerinin sıkıntı çekmemesine özen gösterilirdi. Cam işçiliğine ait kurumlar ve buralarda çalışanlar sarayın, dolayısıyla Padişah’ın himayesinde oldukları için, Osmanlı İmparatorluğu’nun cam üretim merkezi doğal olarak İstanbul’du.
İstanbul’daki Cam Atölyeleri ve Atölyelerin Bulunduğu Semtler
İnşaat defterleri incelendiğinde, 1550-1557 yıllarında yapılan Süleymaniye Camii’nde cam işlerinde çalışan kayıtlı 1436 kişi olduğu tespit edilmektedir. 1682 yılında İstanbul’da üç şişe atölyesinde 105 kişi, şişe ticareti yapan 200 dükkânda 300 kişi, ayna ticareti yapan 90 dükkânda 105 kişi, düz cam ticareti yapan 71 dükkânda 400 kişi bu sektörde çalışmaktaydı. Bu bilgilerden anlaşıldığı üzere, 1682 yılında sadece İstanbul’da yaklaşık bin kişilik bir grup camcılık mesleği ile ilgili işler yapmaktaydı. İstanbul’daki cam üretimi için, genel bir ilke olarak sanayinin yerleştiği bölgeler seçilirdi. Bunun en önemli nedeni, İstanbul’da sıklıkla büyük yangınların çıkmasıydı. Bu nedenle ateş kullanılması gereken sanayi kuruluşlarına belirli bölgelerde izin verilirdi. Şehir içinde yangınlara sebep olmaları için daha çok şehir surlarına yakın ve yangın tehlikesi olmayan yerlerde cam üretimi yapılırdı. İstanbul’un dış mahallesi olarak görülen Bakırköy bölgesinde, “Baruthane-i Amire” nin kurulmasıyla burası bir sanayi bölgesi olarak işlev kazanmıştır. 1750’de III. Mustafa döneminde İstanbul’daki cam sanayi gibi ateş kullanmayı gerektiren üretim alanlarının, Edirnekapı yakınındaki, eski Tekfur Sarayı kalıntıları çevresine taşınarak, bu bölgede de bir sanayi alanı oluşturulmuştur. Burasının tercih edilmesinin sebebi, bölgenin sur dışında ve şehirden uzak olmasıdır. Edirnekapı semtinin, İstanbul şehrinin dışarıya açılan sur kapısına yakın olması, cam işçiliği için gerekli malzemelerin kolay temin edilmesini sağlıyordu. Ayrıca şehir dışından ham madde, odun, kömür Tekfur Sarayındaki sanayi bölgesine kolayca getirilebiliyordu.
Cam ve seramik fırınlarında kullanılması gereken reçineli çam odununun yarattığı iş nedeniyle çevre kirliliği oluşmaktaydı. Bu çeşit sanayi kolları çok miktarda kül, atık, kırık parçalar ve cüruf üretmekteydi. Tekfur Sarayı’nda yeni kurulan sanayi bölgesindeki atölyelerin atıkları, kolayca şehir dışına çıkarılmaktaydı. Bölgede hala kullanılan sokak isimlerinin “Şişehane sokağı” gibi cam ile ilgili adlar olması da burasının bir zamanlar, Osmanlı’nın cam sanayi bölgesi olduğunu ispatlamaktadır. Bütün cam ve şişe imalathaneleri, Tekfur Sarayı arsasında toplanmış ve bu sanatla uğraşanlara buralar kiraya verilmiştir. Kira gelirleri ise Sultan III. Selim’in babasının kurduğu bir vakfa aktarılmaktadır. Arşiv belgelerinde şöyle denilmektedir. “…Ateş fırınlarıyla iş gören atölyeler, kuyumcu potaları, rastık ve süleğenciler, çini ve fağfur imalathaneleri, tuğlacılar ve çanak çömlekçiler de burada bulunuyorlardı. Başka yerde cam ve şişe yapılması da yasaklanmıştı. Buradaki cam ve şişe kerhanelerinden alınan kira bedelleri III. Mustafa’nın yaptığı hayrata vakfedilmiştir...”
Geleneksel Osmanlı Cam Atölyelerinde Yapılan Camların Kullanım Alanları
Osmanlı’da 1600’lü yıllarda yapılan camlar günlük hayatta kullanılan gıda saklama kapları, mutfak eşyaları, şişe ve kavanozlardır. Bunun yanında sünnet şenliklerinde, bayram ve Ramazan ayı boyunca camilerin aydınlatılmasında kullanılan cam kandillerdir. Edirne’de 1675 yılında, IV. Mehmed döneminde, iki şehzadesinin sünneti ve kız kardeşi Hatice Sultan’ın evlenmesi nedeniyle düzenlenen büyük şenlik, tam anlamıyla büyük bir gösteri olarak planlanmıştı. Sünnet için 15 gün, daha sonra da düğün için 18 gün süren bu şenliklerde bulunan Fransız elçisi Nointel, 1675 yılındaki mektubunda şunlardan bahsediyordu: “…Bunlar bütün İmparatorluğa heyecan verecek dev gösterilere vesile oldu. Eyaletlerden çağrılan 6000 genç oğlanla, majestenin 2000 iç oğlanı şehzadeyle birlikte sünnet oluyor…” Bu büyük şenlik için esnaftan ödünç olarak, “…1.500 kavanoz, 1.600 cam tabak, sağlanmıştır.’’ Bu ziyafette 1600 adet cam tabağın kullanılmış olduğunu anlıyoruz. 1600’lü yıllarda kullanılan teknik ile cam tabağın üretimi oldukça zor bir iştir. Bu bize 17. yüzyılda Osmanlı cam işçiliğinin oldukça ileri düzeyde, olduğunu göstermesi açısından önemli bir belgedir.
Osmanlı mimarisinin özünü oluşturan cami ve mescitlerimizin içleri, geceleri kandiller ve mumlarla aydınlatılırdı. Bu aydınlatma her yapı da farklı bir düzenleme şekli yanında özellikle kandiller ve kandillerin avizelere asılışındaki ince zevkle, farklılaşmaktaydı. Tamamı camdan yapılmış ve içinde mumların yakıldığı kandillerin oluşturduğu büyük avizeler, camilerin içlerinde çok zarif bir görüntü oluştururlar. Mahyalar ise belli gecelerde etrafa ışık saçarak mesaj verseler de daha çok, Ramazan gecelerinde, minare ve camilerimizin elmas gerdanlıkları olarak semayı şenlendirirlerdi. Mahya hazırlamak oldukça dikkat bir o kadar da, tasarım bilgisi gerektirmektedir. Yazı veya şekli önce kareli kağıt üzerinde planlanır, her bir kareye isabet eden çizgiye göre yapılacak düğümler hesaplanır, sonra ayrı ayrı iplere içlerinde yağ yakılacak cam kandiller dizilir ve böylece harf ve çizgiler sırasıyla minareler arasında kaydırılarak, yerini alırdı. İlk mahyanın 1617 yılında Sultan Ahmed Camii’nde, ikincisinin 1683 yılında Süleymaniye Camii ve Yeni Cami’de, üçüncüsü ise 1755’de Atik Valide Camii’nde kurulduğu bilinmektedir. 1723 yılında Sultan III. Ahmet sadece Ramazan ayında yakılan mahyaları, bayram günlerinde de yakılmasını istedi ve bu tarihten sonra, bayramlarda da mahyalar yanmaya başladı. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa yalnız iki minareli selahattin camilerine mahya kurulabilmesine izin verince Ayasofya, Fatih, Bayezid, Sultan Selim, Şehzade gibi büyük camilerde mahya kurulmaya başlandı.
Ancak Eyüp Sultan Camii’nin, Fatih Sultan Mehmet döneminde yaptırılmış olan minareleri, mahya kurulamayacak kadar kısa olduğundan dolayı yıktırılıp, yerlerine iki şerefeli daha yüksek minare yapıldı. Böylece mahya kurulabilecek duruma geldi. Aynı nedenlerle, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii tek minareli olduğu için, halkın isteği üzerine bir minare daha yaptırıldı ve mahya kurulabilir duruma getirildi. İstanbul’un bütün selahattin ve merkez camilerinde Ramazan boyunca ve bayramlarda cam kandillerle Osmanlı camcılığının gelişmesine büyük katkısı sağladı.1689 yılında Topkapı Sarayı mutfaklarında kullanılan cam eşyalar, 17.yüzyıla ait “Masraf Defteri” kayıtlarında “Cam Evani” adı altında kaydedilmiştir.
Masraf defteri incelendiğinde Osmanlı Sarayı “Matbah-i Amire” de ne tür cam gereçler kullanıldığını fiyatlarıyla beraber öğrenmek mümkündür. Büyük şişe 89 adet, billur şişe 34 adet, normal şişe 30 adet, Gülhane şişesi 25 adettir. 1670 yılı masraf kayıtların da ise, aynı ürünlerin fiyat olarak pahalandığı görülmektedir. Bütün bu kaynaklar, 18. yüzyıla kadar İstanbul’daki cam üretiminin gerek kapasitesi, gerek teknik bilgisi ve gerekse cam biçimlendirme ustalığı bakımından, o günkü koşullarda ihtiyacı karşılayan düzeyde olduğu anlaşılmaktadır. Aynı tarihlerde Avrupa’daki bir cam üretim atölyesi veya fabrikası da hemen hemen her konuda, aynı donanıma sahipti. Henüz bu dönemde Avrupa camcılığının, Osmanlı camcılığından üstün bir tarafı yoktu.
Avrupa Cam Sanayisin de Yaşanan Devrim
17. yüzyılda cam sanayi açısından çok önemli bir gelişme yaşandı. Avrupa’da bir ton kapasiteli fırınlarda kömür kullanılarak cam eritilebiliyordu. Çok akıcı özellikteki cam eriyiği, düz bir madeni yüzey üzerine dökülüp, silindirlerle ezilerek “ilk düz cam” üretimi yapıldı. Aslında yüzeyi tam düz olmayan ve en çok, yaklaşık 50x70 cmlik boyutlarda olan bu cam levhalar, gerektiğinde özel tezgâhlarda taşlanmakta, çok pahalı işlemlerle yüzeyi düzleştirilip, parlatılmaktadır. Zor ve çok zahmetli bir çalışmanın sonucunda son derece düzgün camlar elde edilebilir. Kaliteli ve düzgün parlak zeminli camlardan, yeni bir cam ürünü olan aynalar yapılmaya başlandı. Avrupa’da yaşanan 18. yüzyıl sanayileşmesiyle camcılık alanında da önemli gelişmeler olmaya devam etti. Öncelikle cam fırınlarında enerji kaynağı olarak, odundan kömüre geçilmesiyle, yüksek ısı daha ucuza elde edilmeye başlandı. Ucuz enerji sayesinde cam, malzeme olarak ucuzladı. Camcılıkta kullanılan ham maddelerinin daha hassas ve daha ucuz olarak hazırlanmasını sağlayacak birçok yeni teknik ve araç geliştirildi. Daha önceleri küçük potalarda eritilen camların yerine, artık büyük ölçekli cam üretimi yapılan yeni tip fırınlar geliştirildi. Cam yüzeylerinin işlenmesi amacıyla yüzyıllardan beri kullanılmakta olan renklendirme, mineleme, aşındırma, kesme gibi çok zor ve pahalı olan sanatsal işlemler, her gün geliştirilen yeni tekniklerle büyük ölçüde ucuzladı. Sonuçta, bu teknik gelişmeler, her türlü üretimi kolaylaştırdı. Bunların doğal sonucu olarak, cam sanatının yenilikleri çok sayıdaki üründe aynı anda kullanılmaya başlandı.
1700’lerde Avrupa camcılığında sanayi olarak ardı ardına devrim niteliğinde yeni buluşlar yapılıyordu. 1650’lerde Paris’te Omnibüs’ler yapıldı. Cam araba sanayinde de kullanılmaya başlandı ve araba sanayisine paralel olarak camcılık sanayisinde de, gelişmeler yaşandı. 1670’lerde İngilizler optik camı buldu. Fransa’da “Lucas de Nehou” cam levha üretimine başladı. 1693 yılında yine Fransa’da “Bernard Perrot”, büyük boyutlu ve iyi nitelikte cam üretimine başladı. Avrupa’da yeni cam üretim merkezleri oluştu. Fransa’da “Baccarat” İsveç’te “ Kungsholm”, Avusturya’da “Bohemya” önemli cam üreten merkezleri oldu. Almanya’da Zwiezel, Bodenmais ve çevresinde 1699 yılında açılan atölye, prenslik adına cam üretimine başladı. Bohemya camcılığının 1700’lü yıllarında en ünlü ürünleri “kesme” kristallerdi. Bu ünlü cam kesme tekniği ve onu oluşturan farklı bölgelerde çalışan 100’den fazla kesme ve gravür ustası sayesinde, camcılık sanatı zirveye taşındı. Bu usta sanatçılar en kolayından, en karmaşık olanına kadar her şeyi, cam üzerine keserek veya kazıyarak işleyebiliyorlardı. Bu yolla saydam ve renkli camlar üzerinde “ışık, derinlik, kontrast” elde edebiliyorlardı.
Bu yıllarda ilk kez camlar üzerine ünlü ressamların tabloları, gravür ve kabartma olarak işlenmeye başladı. 1710 yılında bu işlem, elmas kesme işlemi kadar başarılıydı. Kısacası, cam ustaları artık, bir anlamda “camı mücevhere dönüştürebiliyorlardı.” Bohemya’da geliştirilmiş olan cam ürünleri arasında, en önemlilerinden birisi ressamların cam üzerine renkli boyama tekniğini uygulayabilmesidir.
Bu teknik özellikle kiliselerin renkli cam pencereleri için çok önemliydi. Bohemya camları, Almanya, Polonya, Rusya, Macaristan, Fransa, İspanya, İtalya, Danimarka, İsveç ve Osmanlı İmparatorluğuna ihraç ediliyordu. 18. yüzyılda Avrupa’nın 12 büyük şehir ve limanında 38 adet “ Bohemya evi” açılmıştı. Baltimore, Beyrut, Kahire, Mexico City, New York ve İzmir’de satış merkezleri vardı. Kısacası, Bohemya’lı camcılar dünyayı, yeni ve farklı bir “cam işçiliği” ile fethetmişlerdi.
Aslında 18. yüzyılda Avrupa’da yaşanan “Sanayi Devrimi” ile birlikte, sanatta, bilimde, teknolojide, sosyolojik ve ekonomik yapılaşmada her şey birden değişti. Avrupa’da ki cam sanayisinde de hızla gelişen bir değişim yaşandı. Avrupa’nın hızlı sanayileşmesi karşısında, Osmanlı’nın camcılık sanayisi iyice geriledi. Artık Avrupa’daki sanayileşmeyle beraber, daha ucuz ve seri cam üretimi ürünler ülke içinde tercih görmeye başlamıştı. Avrupa’da yaşanan cam sanayisindeki devrim, Osmanlı’yı da olumlu ve olumsuz etkiliyordu. Avrupa’nın hızla sanayileşmesiyle, Osmanlı’nın kültüründe, sanatında, biliminde ve sanayisindeki farklılıklar ortaya çıkıyordu. Osmanlı’da sanat herkesin yapabileceği bir şey değildi. Ancak büyük üstadlardan öğrenilen bir marifet olarak kabul ediliyordu. Böyle bir sistem belki Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, geçerli ve uygun olabilirdi. Ancak, girişimci zihniyetini böylesine kısıtlayan bir düzen, hiç kuşkusuz, daha sonra Avrupa’da gelişmeye başlayan Sanayi Devrimi karşısında, büyük sorunların yaşanmasına neden olacaktı. Avrupa’da yapılan camların boyutlarının büyümesi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki saray, köşk, cami gibi önemli mimari yapılarda ciddi değişikliklerin yaşanmasına neden oldu. Osmanlı geleneksel mimarisindeki tepe pencereleri de, yapısal olarak değişmeye başladı. Saraylarda ve önemli binalarda artık, Avrupa’nın yaptığı büyük boy camlar kullanıyordu. Dolayısıyla ülkenin pencere camlarını üreten, geleneksel Osmanlı cam sanayinde hızlı bir çöküş baş gösterdi. Ayvansaray, Eğrikapı ve Tekfur Sarayı çevresinde yerleşmiş olan, Osmanlı cam sanayisi, görülen çöküşle beraber artık, camcılık adına bir dönemi kapatıyordu. Avrupa’da kurulmaya başlayan cam fabrikaları karşısında yavaş yavaş yok oluyordu. Aynı sebeplerle Avrupa’da geleneksel teknikle üretim yapan eski cam fabrikaları ve atölyeleri de, zarar etmeye ve gerilemeye başlamışlardı.
Avrupa Camlarının Osmanlı Saraylarında Kullanılmaya Başlanması
Avrupa’da yapılan yüzeyleri henüz çok düzgün olmayan ve dönemine göre çok büyük boyutlu olarak kabul edilen camlar, Osmanlı İmparatorluğu’nda oldukça pahalıydı. Çok pahalı olmasından dolayı, ancak önemli mimarilerde en önemli mekânların ve odaların pencere camı olarak kullanılıyordu. Avrupa’da büyük boy cam üretilmesi, Osmanlı mimarisindeki aydınlatma pencerelerinin mimarisinde de kendisini hissettiriyordu. Pahalı cam olmasına rağmen, bu camların hem büyük olması hem de çok sağlam olmasından dolayı, tepe pencerelerinin ve alt pencerelerinin boyutlarını büyütmüştü. Pencereler renklendi ve mimaride pencere sayısının artmasına sebep oldu. Topkapı Sarayı’nın bazı pencerelerinde bu camlardan görmek mümkündür. 1752 yılında onarılan Sofa Köşkü, döneminin cam teknolojisinin Osmanlı sarayında uygulanan, en yeni örneklerine sahiptir. Barok tekniğinin uygulandığı, iç mekânın ise, geleneksel düzeni korunduğu görülür. Cam teknolojisinin sunduğu olanaklar sayesinde o dönem için büyük boy pencereler tasarlanmıştır.
Çünkü 1750’li yıllarda Avrupa cam sanayi, düz levha cam üretiminde ancak bu boyutlara ulaşabiliyordu. Barok motiflerine uygun olan tepe pencerelerindeki camları taşıyan ince alçı konstrüksiyon, o tarihlerde cam kesiminin en hassas uygulamalarının verdiği imkanın sonucu olarak, kabul ediliyordu. Çünkü o günlere kadar kullanılan kalın alçı taşıyıcılar ve çerçeveler artık bir anlamda geri kalmış teknolojiyi simgelemekteydi. İstanbul Haliç’te bulunan ve günümüze kadar gelebilmiş olan Osmanlı dönemi saraylarından, Aynalıkavak Kasrı 1780’li yıllarda, bugünkü biçimini almıştır. Aslında bu önemli saray kompleksi, 1600’lü yıllardan beri birçok değişiklik geçirerek varlığını sürdürmüş, ancak bir yangından sonra, III. Selim döneminde büyük bir bölümü yıktırılarak, yerine şimdiki kasır yaptırılmıştır.
Aynalıkavak Kasrı’nın sanayileşme girişimleri açısından önemi; kullanılan camların, cam sanayindeki en yeni cam teknolojisini, düşüncelerini ve biçimlerini yansıtıyor olmasıdır. Bu pencerelerdeki camlar gerek genel tasarımı, gerek camları birleştiren ince alçı taşıyıcı ve gerekse camların kesimindeki hassasiyet, hem usta camcılarının mimariye getirdiği yenilikleri, hem de dönemin cam işleme yöntemlerinin ne kadar geliştiğini göstermektedir. Bu dönemde mimari cam üretiminin dışında küçük cam objeler için Beykoz da, cam atölyeleri kurulmuştu. Beykoz atölyeleri her türlü camı üretmesine karşın, henüz düz cam üretemiyordu. Dolayısıyla burada kullanılan pencere camları, Avrupa’dan ithal edilen camlardır.
Sultan III. Selim’in Osmanlı Cam Sanayisinin Geliştirilmesi İçin Yaptığı Girişimler
III. Selim tahta çıkar çıkmaz, ilk iş olarak Avrupa’nın yakından tanınması için çalıştı. Sultan III. Selim 1791 yılında Avusturya ile sona eren savaştan sonra, şehzadeliğinden beri yakını ve inandığı bir kişi olan Ebubekir Ratip Efendi’yi, Viyana elçisi olarak atamıştır. Kendisinin siyasi görevi yanında asıl amacı, Avusturya’nın bütün önemli kurumlarını araştırmak padişaha bildirmekti. Ratip Efendi İstanbul’a dönüşte, 490 sayfalık ayrıntılı ve yorumlu bir rapor hazırladı. Ebubekir Ratip Efendi adına o yılların anısına, Viyana porselen fabrikasında yapılan fincan tabağı üzerine Osmanlıca harflerle adının yazıldığı kahve takımı hediye edilmiştir. Bugün bu hediyenin tabağı, Topkapı Sarayı Müzesinin Avrupa Porselenleri bölümüne koleksiyonunda yer almaktadır.
Sultan III. Selim, sanayi devriminin gelişimini açık olarak görmüş ve bu yönde ilginç atılımlar başlatmıştır. Sanayileşmede öncelik verdiği projelerden biriside, “Beykoz Camcılığı”dır. 19. yüzyılın başlarında, Avrupa’daki sanayi devriminin desteğinde gelişen yeni sanayi merkezleriyle rekabet edebilmek için, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet olarak ve bizzat Sultan III. Selim tarafından, önemli girişimler yapılmaktaydı. Osmanlı imparatorluğu da diğer Avrupa krallıkları gibi, döneminin en yeni sanayi ve sanat alanı olan camcılığa sahip çıktı. Uzun yıllardan beri rakip olan Venedik cam teknolojisini ülkeye getirmek ve onu mümkün olduğu kadar geliştirmek için, girişimler ve düzenlemeler başlattı. Sultan III. Selim bizzat Mevlevi Mehmed Dede’yi, camcılık sanatını öğrenmesi için Venedik’e gönderdi. Bir taraftan da, cam sanayine uygun düz ve geniş araziler aranarak gerekli yatırımların yapılması için girişimleri başlatıldı. Boğaziçi’ndeki Beykoz çevresi, yeni teknolojinin bu bölgeye yerleşmesi için uygun bulundu. Arazi yapısı, suları, o yıllarda İstanbul’un en önemli sorunu olan büyük yangınların olmasını engelleyecek uzaklıkta olmasıdır. Çünkü o dönemlerde sanayi, “yüksek ısı ve ateş ve bunun sonucunda da yangın tehlikesi” demektir. Daha önce düzenli bir şekilde İstanbul surlarının ve eski Tekfur Saray’ının çevresine yerleştirilmiş ve gittikçe gerilemiş olan eski cam atölyelerinin yanı sıra, Beykoz’daki düzlüklerde de yepyeni bir camcılık, Sultan III. Selim ile birlikte başlamıştır.
Beykoz camları III. Selim’in sanayileşme devriminde zincirin önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Beykoz bölgesinde ilk kez cam fabrikasının kuruluşu, Venedik camcılığın kendi krizini aşmak için dışa açılmaya başladığı yıllara rastlar. Mevlevi Mehmet Dede, Venedik dönüşü Beykoz’da bir cam atölyesi kurdu ve burada cam üretmeye başladı. Sultan III. Selim’in Mevlevi olması, Galata Mevlevihanesi Şeyh Galip Dede’yi kendisine dost edinmesi, Beykoz Cam işçiliğinde, Mevleviliği hatırlatan sembollerin sıkça kullanılmasına neden oldu. Mevlevi Mehmet Dede’nin yaptığı Beykoz camlarında, form ve desenlerde, kâse, kupa ve kapaklı tabakların, kapak tutamakları Mevlevi sikkesi formunda yapılmaya başlandı. Bu ekol İstanbul cam sanatını, son döneme kadar etkilemiştir.
III. Selim döneminde Beykoz’da açılan ilk cam fabrikasından sonra, “Tanzimat” döneminin ünlü isimlerinden olan Ahmet Fethi Paşa’nın girişimleriyle, yine aynı bölgede “Cam ve Billur Fabrikası” kurularak üretime başladığı bilinmektedir. Beykoz cam fabrikalarında, döneminin en güçlü camcılık merkezi olan Venedik’in teknik desteği ile üretilmeye başlanan Çeşm-i bülbüller, zaman içinde İstanbul cam sanatının sembolü haline geldi. Çok çeşitli cam ürünleri yapılmaya başlandı. Form olarak leğen- ibrik, kâse, laledan, gülabdan, şişe, kavanoz, kapaklı kâse, kupa, bozalık, şerbetlik, daldırma, kandil, fincan- tabak ve parfüm şişesi yapılıyordu. Teknik olarak da opalin, kristal, Çeşm-i bülbül yapılabiliyordu.
Osmanlı padişahları ve saray halkı için yapılan Beykoz camları koleksiyonu, Topkapı Sarayı Müzesinde İstanbul Cam ve Porselenleri bölümüne kayıtlıdır. 1851’de Londra I. Uluslararası, “Great Exhibition of the Works of Industry of All Nations” sergisi düzenlendi. Bu sergiye Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Felemenk ülkeleri, İspanya, Portekiz, Prusya, Zollverein devletleri, Rusya, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu ile değişik ülkelerden, 22.000 “denk” in üzerinde eşya sergilendiği bilinmektedir. Bu sergiye Osmanlı devletinden, 700 kadar üretici çok sayıda ürünle katılmıştı. Arşiv belgesinde “Fağfur, Frenk ve Kütahya madenlerinden yapılmış billur, cam, kâse, bardak, tabak, çay ibriği, su testisi, mürekkep hokkası, lüleci ve çömlekçi çamurundan imal edilmiş testi, bardak, çanak, çömlek, küp, kavanoz ve benzer eşyalardan birer tane…” örnek eser götürülmüştür.i Altı ay açık kalan fuar 11 Ekim 1851’de kapandı. Sergi sonunda komisyonlar 170’i büyük olmak üzere 3088 madalya dağıtmış ve Osmanlı ürünleri arasından da çok sayıda “Büyük Madalya” ve teşvik ödülleri kazanılmıştı. Bu ödüller arasında “… Beykoz Fabrika-i Hümayunu mamulleri için fabrika yönetimine” verilen ödül de vardır.
Bugün her biri çok kıymetli el sanatı olarak kabul ettiğimiz Beykoz camları, gerçekte dönemin en ileri sanayi kuruluşları arasındaki uluslararası sanayi fuarlarına, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu alandaki sanayi yönünü temsil ederek gönderilmiş, bu özellikleriyle de ödüller kazanmıştır. Beykoz Camları, bir anlamda kendi döneminde İmparatorlukta kurulmaya başlayan, yeni bir cam sanayinin sembolüydü. Çünkü 19. yüzyılda ortaya çıkarılmış bulunan bu gibi ürünlerin hemen hemen tümü, yeni teknolojilerin birer sembolü olarak kabul edilmekteydi.
Böylece Sultan III. Mustafa ve onun oğlu Sultan III. Selim’in dönemlerinde başlayan, Osmanlı’da cam sanayi kurma girişimleri, belli bir ölçüde sonuç vermiş ve Beykoz Fabrikası ürünleri İngiltere’de yapılan sanayi fuarında, yeni bir cam markası olarak ödül kazanmış ve kalitesini tescil ettirmiştir.