Türkiye’de Düzenlenen Önemli Festivaller
Türkiye’de Düzenlenen Önemli Festivaller
ALAÇATI OT FESTİVALİ
Alaçatı sevdalıları için, otellerin doluluk oranı kadar çevre temizliği, gelen turist sayısı kadar değerlerimizi yaşatmak ve bunları sonraki kuşaklara ve konuklarımıza aktarmak önemliydi.
Alaçatı Ot Festivali bu düşüncenin ürünü olarak doğmuştur.
Alaçatı doğasının zenginliğini, otlarının çeşitliliğini tanıtmak ve bu otlarla pişirilen geleneksel yemeklerinin kaybolmaması için, 2010 yılından itibaren Alaçatı Ot Festivali düzenlemeye başladı.
Alaçatı’yı bahar tazeliğinde yaşayabilmek bir ayrıcalık! Bu nedenle her bahar, doğanın uyandığı, bin bir çeşit otun çevremizi bezediği bir dönemde bu festivali yapıyor ve bunun geleneksel hale gelmesini Alaçatı sevdalıları istemektedir.
Alaçatı’nın doğallığına, kucaklayıcı sıcaklığına kaynatılmış reçellerin, bin bir otla yapılmış yemeklerin, böreklerin üzerine serpilmiş çörekotlarının kokusu karışsın istedi bu festivali düzenlerken.
Bu festival yarışmadan öte bir şey. Festival bahanesiyle doğa hakkında bildiklerimizi aktarmak, bilmediklerimizi öğrenmek, yeni tatlara yeni dostluklar eklemek asıl amaç!
Alaçatı’nın korunmuş mimarisinin bezediği dar sokaklarında dolaşmak, gülen yüzlü güzel insanlarla bu güzellikleri paylaşmak, hiç tanımadığımız, adlarını bile bilmediğimiz insanlarla sohbet edip, ağız dolusu kahkahalar atmak için, tüm doğa dostlarını bekliyoruz. Kısacası, “O anı yaşadım” diyebilmektir.
POLONEZKÖY KİRAZ FESTİVALİ
Polonez köy Kiraz Festivali her yıl Haziran ayında düzenli olarak yapılan geleneksel bir aktivite olarak İstanbul’un önemli festivalleri arasında yer almaktadır. Festival, aynı zamanda Türkiye – Polonya arasındaki bağları kuvvetlendiren kültürel bir aktivitedir.
Festivalde; Geleneksel giysileri ile Polonya’dan gelen ekipler, çeşitli kültürel aktiviteler, sergiler, konserler ve köy kilisesinin bahçesinde resitaller düzenlenecektir. Festival girişi ve çevresinde satışa sunulan organik sebze ve meyveler arasında dut, domates, çilek ve tabi ki kiraz bulunmaktadır.
POLONEZKÖY TARİHÇESİ
1775 yılında Polonya devleti, Avusturya-Rusya ve Prusya tarafından bölünerek işgal edilmiş, Polonya’nın parçalanmasını kabul etmeyen Osmanlı İmparatorluğu, bu alanı Polonyalı siyasi göçmenlerin sığınağı haline getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu 1856 yılında Kırım Savaşı’na girerken Polonya’dan kaçan asker ve siviller toparlayıp Osmanlıyla birlikte savaşa katılmışlardır.
Savaş sonrasında Sultan Abdülmecit şimdiki Polonezköy’ün bulunduğu topraklara yerleşim izni vermiştir. Önceleri Osmanlılarca Adamköy olarak anılan bu Polonya köyü, daha sonra “Polonez Karyesi” adını almıştır. Devlet burada yaşayan mültecilere 1894 vatandaşlık belgesi vermiş ve 1923 yılında köye Polonezköy adı verilerek etnik bir kimlik kazandırılmıştır.
EDİRNE KAKAVA – HIDRELLEZ ŞENLİKLERİ
Her yıl 05-06 Mayıs tarihlerinde düzenlenmektedir.
Türk dünyasında önemli günlerden sayılan Hızır ve İlyas peygamberlerin bir gül ağacının dibinde buluştukları inancı Hıdrellez’in, Romanlardaki yansıması Kakava, Romanlar için bir yıl boyunca sabırsızlıkla beklenen ve büyük hazırlıklar yapılarak kutlanan, en önemli günlerden biri olarak kabul edilmektedir.
Edirne’de baharın habercisi olarak kabul edilen Hıdrellez ve Kakava Şenlikleri 5-6 Mayıs tarihlerinde iki ayrı mekânda kutlanır; Konser, yarışma, dans gösterileri Saraçlar Caddesi’nde, diğer etkinlikler ise Kırkpınar Güreşleri’nin de düzenlendiği Sarayiçi’nde gerçekleşmektedir.
Şenlikler her iki gün de baharı karşılamaya yönelik iki özel ritüel ile başlar. Bereketin artması, güzelliklerin paylaşılması arzusunu simgeleyen Kakava Ateşi’nin yakılması ve pilav ikramı 5 Mayıs’ta, Sarayiçi’nde yapılır. Arınma ve doğanın uyanışını selamlama amaçlı “Bahara Giriş” ritüeli ise 6 Mayıs sabahı saat 06.00’da, Tunca Nehri kıyısında gerçekleşir.
Etkinliklere Türkiye’deki tüm roman derneklerinin temsilcilerinin yanı sıra, yerel ve yabancı fotoğraf sanatçıları ve son yıl ki rakamlara göre yaklaşık 10 bine yakın izleyici katılmaktadır. Kakava Şenliklerine dünya-ulusal basın tarafından da yakından takip edilmektedir.
ISPARTA GÜL HASADI
Isparta’da gül hasadı binlerce yıl gerilere giden, eski, köklü bir tarihi yoktur. Isparta gül hasadı, en çok 150 yılı bile geçmeyen bir tarihe sahiptir. Daha gül çiçeği Isparta’da bilinmez iken Burdur, Denizli, Çal yörelerinde Gül tarımının yapılmakta olduğu bilinmektedir. Gül, Isparta’ya, Yalvaç ilçesinden gelip Isparta’ya yerleşen Meydanbeyoğlu, Mehmet İzzet’in oğlu İsmail Efendi getirmiştir.
Gül hasadı Mayıs ayının 15’inden Haziran ayının sonuna kadar sürmektedir. Bu zaman aralığında sabah saat 05.00 den, 10.00’a kadar gül toplanmaktadır. Gülün güzel kokusunu teneffüs ederek, bu bahçelerden yanınıza gül alma şansı bulabilirsiniz. Ayrıca manzaranın tadını çıkarırken, fotoğraf çekebilirsiniz. Ardından gül yağı fabrikasına geçip toplanan güllere yapılan işlemleri yerinde izleme olanağınızda olabilir.
ISPARTA GÜLÜ TARİHÇESİ
İnsanın günlük yaşamında çok özel bir yeri olan gül; aşkın, güzelliğin, sevginin ve saygının ifadesini en güzel bir şekilde bünyesinde toplayan bir çiçektir. Kuzey yarım küre bitkisi olan gülün orijini Doğu Asya’dır. Kesin olmamakla birlikte, gül yağı ve gül suyunun ilk olarak İran veya Hindistan’da üretildiği, buradan Anadolu, Avrupa, Kuzey Afrika ve Doğu Asya’ya yayıldığı bildirilmiştir.
Fosil kaynaklı kayıtlara göre, gülün yeryüzündeki varlığı en az 35 milyon yıllık bir geçmişe sahiptir. Gül çiçeğinin insanlık tarihindeki yeri ve önemi ise en az 5000 yıllık çok renkli bir geçmişe dayanır.
Anavatanı olan Orta Asya’dan ticaret yolu ile dünyanın diğer bölgelerine ulaşmış olan gül, güzel kokusu, tıbbi değeri ve beslenmedeki yeri dolayısıyla antik çağlardan beri efsanelere konu olmuş ve güzel kokunun peşinde olanlar için, vazgeçilmeyen bir çiçek olmuştur. Hatta öyle ki, antik dönemde Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar için gül bahçeleri, en az buğday tarlaları ve meyve bahçeleri kadar önem taşımıştır.
Gül kokusunu kalıcı yapmak için tarihte ilk yöntem antik çağlarda Mısır, Mezopotamya, Hint ve Çin gibi medeniyetler tarafından kullanılan yağlarla maserasyon (gül çiçeklerinin uygun yağlarda belli bir süre bekletilme yöntemi) olmuştur.
Daha sonra ise M.Ö. 3500’de keşfedilen su ile ekstraksiyon (belli metodlarla gül çiçeklerinin suda bekletilmesi ve sonra süzülerek bu suların kullanılması) yöntemi uygulanmıştır. Daha sonra, M.Ö. 50’de insanlığın keşfettiği “ruhunu yakalamak” usulü, yani damıtma ile elde edilen ürünler ortaya çıkmış, gülsuyu haline gelmiştir. Son aşamada da bu gülsuyunun içindeki güzel kokulu yağ taneciklerini toplamak için, çaba harcayarak gül yağı dediğimiz gül esansını elde edilmiştir.
ISPARTA DA GÜL ÜRETİMİ NASIL BAŞLADI?
Gülün getirilişinin de çileli, çok ilginç bir öyküsü vardır.
İsmail Efendi, iyi bir medrese eğitimi almış ve kendini sürekli geliştirerek görüş açısı oldukça geniş bir kişi olarak yetişmiştir. Gülcüzade İsmail Efendi’nin ilk ticari teşebbüsü dokumacılık olmuş, çeşitli ustalardan aldığı bilgilerle kurduğu dokuma tezgahları sayesinde, bu mesleğin Isparta ve Burdur çevresinde hızla yayılmasını ve bir çok kişinin bu mesleği öğrenmesini sağlamıştır. 1889 yılında Bulgaristan’a bağlı Kızanlık bölgesinden, Denizli’nin Çal ilçesine gelen bir tapu memurunun gül çiçeğinden yağ elde edebildiğini öğrenmesi ile bu kişi ile mektuplaşmış ve Gül üretimi üzerine geniş bilgilere sahip olmuştur. İ
İsmail Efendi her Ispartalı gibi bilinçli, uyanık, yeni bir şeyler öğrenmeye, yapmaya susamış, kendine güvenli, çalışkan, sabırlı, hırslı, direnme gücü olan, inatçı kişiliğe sahip bir kişi idi. O vakte kadar, Isparta ovasına ne ekilip dikilir ise pek gelir getirmiyor, çabalar boşa gidiyordu.
İsmail Efendi şöyle komşu illere Burdur, Denizli, Çal yörelerine doğru bir geziye çıktı. Oralarda ne ekip dikiyorlar, topraktan nasıl daha çok gelir sağlıyorlar baktı. Gül üretimi büyük oranda yapılır ise iyi para getirir, Isparta topraklarında da gül yetişir, kanısına vardı. Hiç vakit kaybetmeden, otuz dekar toprak sağladı. Çukurları açtırdı. Çevrede bulunan süs güllerinin içinden yağ gülü olabileceklerden, fidanlar aldı. Otuz dönüm yerin otuz dönümüne de gül dikti.
Yeni dikilen gülün üç ile beş yıl sonra en iyi ürün vereceğini biliyordu. Sabır ile gül bahçesini aksatmadan suladı, yabani otları yoldu, çapaladı, o günlerin koşullarına göre zararlı böcekleri öldürücü ilaçlar attı.
Daha üçüncü verim yılı gelmeden, gülyağı çıkarma işinde kendine gerekli olacak araçların bazılarını yerli ustalara Isparta’da yaptırdı. Ustaların yapma güçlerinin dışında kalanları da Bulgaristan’a dek gitti; oradan aldı. Güzelce bahçesine kurdu. Gülyağı çıkarırken gerekecek suyu da “Bambullu Ceviz” denen yerden getirdi. Bahçesine akıttıktan sonra, sabırla üçüncü ürün yılını beklemeye başladı
Parasal yönden de sıkıntı, bunaltı içindeydi. Müthiş paraya gereksinmesi vardı. Büyük bir girişimde bulunmuş, atılım yapmıştı. Otuz dönüm toprak sağlamış, çukur kazdırmış, gül fidanlarını diktirmiş, gülyağı çıkarılmasında gerekli olacak araçlara da pek çok para vermiş, yatırım yapmıştı. İyi ürün alır, gülyağı çıkarır, eline toptan para geçerse, harcını borcunu ödemeyi düşlüyordu. Dört gözle beklemekte olduğu üçüncü ürün yılı geldi. Don, kar, kış, rüzgar, yağmur, dolu… Anlayamadığı bir tabiat olayı nedeniyle, gül fidanları hiç çiçek vermediler. Emekleri, harcadığı bunca para boşa gitti. Umudunu bir yıl sonrasına, dördüncü ürün yılına bağladı. O yıl da bahçesi iyi çiçek verdi; bu kez gülyağı çıkarma yöntemini bilmeyişi yüzünden başarılı olamadı.
ISPARTA GÜLÜ’NÜN ÖZELLİKLERİ
Yağ gülü (Rosa damascena Mill), bitkiler aleminin Spermatophyta (tohunlu bitkiler) bölümünün, Angiospermae (kapalı tohumlular) alt bölümünden Rosales takımı, Rosaceae familyası, Rosa cinsi içerisinde yer almaktadır. Dünyada yaklaşık 1350 Rosa (gül) türü tanımlanmıştır. Türkiye florasında 24 gül türü kayıtlı olmasına rağmen, gül yağı elde etmek amacıyla kullanılan tür Rosa damascena Mill’dir.
Rosa damascena türünün birçok çeşidi olmakla birlikte özellikle “Trigintipetale” çeşidi, başta Bulgaristan ve Türkiye olmak üzere Fas, Mısır, İran, Suriye, Hindistan ve Kafkaslar’da gülyağı elde etmek amacıyla yetiştirilmektedir. Rosa damascena; Isparta Gülü, Pembe Yağ Gülü, Yağ Gülü, Sakız Gülü ve Şam Gülü adlarıyla da bilinen pembe renkli, yarım katmerli ve kuvvetli kokulu, çok yıllık, dikenli ve kışa dayanımı yüksek bir bitkidir. Rosa damascena bitkileri, 1,5-3 m arasında uzamaktadır. Gövde silindir biçimli, içi dolu, esmer renkli, çok dallı ve dallar çok sayıdaki irili ufaklı sert dikenlerle çevrilidir. Yapraklar yumuşak yapılı ve ince tüylerle kaplı, alternans dizlişli, saplı ve stipulalı (kulakçık), 5-7 foliolludur.
Folioller (yaprakçık) 3-4 cm uzunluğunda oval şekilli, basit dişli kenarlı ve alt yüzleri tüylüdür. Çiçekler hafifçe sarkık, az ya da çok koyu pembe renklidir. Tek renkli olan çiçeklerde içteki taç yapraklar, dıştakilerden daha küçük yapılı olup, çiçeklenme çalı formundaki bir bitkide görülen biçimdedir. Kaliks (çanak yapraklar), korollodan (taç yapraklar) daha uzun, çok parçalı beş sepalden (çanak yaprak) ibarettir. Korolla çok petalli, petaller (taç yaprak) oval şekilli, soluk pembe renkli, kaideleri beyaz lekelidir.
GÜLÜN FAYDALARI
Gül yağı başta tabipler, sonra kadınlar için vazgeçemedikleri bir madde olarak, bugüne dek gelmiştir. Tedavide gül, geleneksel tıp dünyasında ilaç olarak kullanılmıştır. Gülsuyu, Gül Macunu ve Gül yağı olarak işlenen gül, bu üç ayrı şekliyle baş ağrısı, ateşlenme, bayılma, mide ağrısı, göz kanlanması gibi rahatsızlıkları tedavi etmekte faydalı olduğu geleneksel tıp kitaplarında yazmaktadır.
Gülbirlik: Yağ gülü (Rose Damescana) ve gülyağı üretimi 100 yılı aşkın bir süredir Isparta yöresinde gerçekleştirilmektedir. Bu özelliğiyle de Isparta’ya “Güller Diyarı” denilmektedir. Isparta’nın gül ürününü devletin destek ve yardımlarıyla en iyi biçimde değerlendiren Gülbirlik, 1954 yılında 9 kurucu birim kooperatifinin oluşturduğu Kooperatifler Birliği olarak kurulmuştur. Gülbirlik’in halen 6 birim kooperatifi, 8000 üretici ortağı, 5 ayrı yerde kurulu 7 ünite gülyağı tesisi ile 1 ünite gül konkreti tesisi mevcuttur. Gülbirlik mevcut tesislerinde günlük 360 ton gül çiçeği işleyerek, Türk ve Dünya standartlarına uygun gülyağı ve gül konkreti üretimini gerçekleştiren, Türkiye’nin ve dünyanın bu alanda en büyük üretici ve ihracatçı kuruluşudur. Gülbirlik, 45 yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir biçimde sağladığı döviz girdisi ile ülkemize, üreticinin ürününü değerlendirmesi ile de yöre halkına ekonomik ve sosyal refah getirmektedir. Halen dünya parfüm ve kozmetik sanayiinin önde gelen kuruluşlarının gülyağı ve gül konkreti ihtiyaçlarını karşılayan Gülbirlik, bu alanda konumunu muhafaza etmekte ve geliştirmektedir. Ayrıca Gülbirlik, 1998 yılı başında kozmetik üretimine de başlamıştır.
Gülyağı: Parfüm ve kozmetik sanayiinin en önemli ve pahalı hammaddelerinden olan gülyağı, pembe yağ güllerinin buharlı distilasyon yöntemiyle kaynatılmasıyla üretilir. Dünya standartlarına uygun kalitede gülyağı, deniz seviyesinden 1050 m ve daha fazla yükseklikte yer alan, Isparta ve yöresinde yetiştirilen güllerden elde edilir. Her yıl Mayıs ve Haziran aylarında toplanan güller, hava şartlarının da katkısı sonucu üstün kalitede gülyağı üretiminin gerçekleştirilmesini sağlar.
Gül Konkreti: Fermantasyona uğramamış, rengini ve kendine has yapısını bozmamış son derece taze pembe güllerin extraction metodu ile işlenmesinden elde edilen krem kıvamında, koyu vişneçürüğü rengi görünümünde katı gülyağıdır. Parfüm ve kozmetik sanayiinin hammaddelerinden biri olan absolüt üretiminde kullanılır.
Gülsuyu: Gülyağı üretimi esnasında elde edilen yağlı suyun (mayanın) bire bir oranında damıtılmış, saf temiz ve sıcak su ile karıştırılması sonucunda elde edilen gül kokulu doğal sudur. Doğal olarak üretilen gülsuları, defalarca filtreden geçirilerek, şişelere dolumu yapılır ve ambalajlanıp satışa sunulmaktadır. Gülsularının doğal olması, zararlı madde içermemesi nedeniyle, bazı yiyecek maddeleri ve tatlılarda aroma olarak, cildi besleyici ve dokuları gerginleştirici özelliği nedeniyle, vücut ve makyaj temizliğinde kullanılmaktadır.
Kozmetikler: Ülkedeki en iyi kaliteli ürünlere eş değer formülasyonlar ile el ve cilt kremi, el ve vücut losyonu, değişik saç tiplerine yönelik şampuanlar üretilmektedir. Ürünler modern kalite kontrol laboratuvarlarında kalite ve sağlık kontrollerinden geçirildikten sonra, piyasaya sunulmaktadır. Fabrikalarda üretilen ürün yelpazesi yakın bir gelecekte daha da genişletilmesi amaçlanmaktadır.
KARADENİZ EREĞLİ ULUSLARARASI OSMANLI ÇİLEĞİ KÜLTÜR VE SANAT FESTİVALİ
Çilek ile ilgili ilk bilgiler M.S. 23 – 79 yılları arasında yaşayan botanikçi Tillius tarafından aktarılır. Çilek, Fransa’da gelişir ve sonraki yıllarda kültürel değerini artırmaya başlar. Karadeniz Ereğli’ye özgü Osmanlı Çileği ise, kralların yiyeceği ve içeceği olarak da adlandırılır. İlk olarak 1920’li yıllarda Karadeniz Ereğli’de ekimine başlanmıştır. İstanbul bölgesinden bu yıllarda Karadeniz Ereğli’ye getirilen çilek, yerli kültür olan diğer çilek ile etkileşim sürecine girmiş ve ortaya Osmanlı Çileği denen nazik ve aromalı bir çilek çıkmıştır.
1930 yılında Türkiye’nin devlet tarafından kredilendirilen ilk konserve fabrikası Osmanlı Çileği’nin yoğunlaşması ile birlikte, Karadeniz Ereğli’de kurulur. 1960’lı yıllarda Karadeniz Ereğli’de Osmanlı Çileği üretimi had safhaya ulaşır ve ülke genelinde adını duyurur. Osmanlı Çileği’nden yapılan likör, Türkiye Devleti tarafından sadece Avrupa’nın zengin sofralarında kullanılmak üzere, ihraç edilmeye başlanır. Osmanlı Çileği’nin üretimi 1960’lı yıllardan sonra büyük bir gerileme sürecine girer.
1985’li yıllara gelindiğinde Osmanlı Çileği, neredeyse kaybolmaya başlamıştır. 1994 yılından sonra belediye tarafından desteklenen Osmanlı Çileği üreticilerine, ücretsiz çilek tohumu verilir ve yine belediye tarafından kurulan seralarda, fide yetiştirilmeye başlanır. Bugün Karadeniz Ereğli’de halen 500’ü aşkın aile Osmanlı Çileği üretiminden geçimini sağlamaktadır.
Mevsim normallerinde, Mayıs ayı sonu ile Haziran ayı başlarında ilk meyvesini vermeye başlayan Osmanlı Çileği, Haziran ayı sonuna doğru artık meyve vermez. Hassas bir yapıya sahip olduğundan çok büyük ilgi isteyen Osmanlı Çileği, üreticileri tarafından sabahın erken saatlerinde zedelenmeden toplanır ve 1 – 2 saat içerisinde hemen satışa çıkarılır. Toplanan çileğin açık havadaki ömrü sadece 15–20 saat olduğundan hemen tüketilmesi gerekmektedir.
Karadeniz Ereğli’de; Osmanlı Çileğinden reçel yaparak çileğin yaşatılması ve daha geniş kesimlere ulaştırılmasına önem verilmektedir.
Çilek mevsiminde ilçe merkezinde “Osmanlı Çileği Festivali” yapılmaktadır. Bu festivalde, çilek üreticiliğini teşvik etmek amacıyla ödüllü yarışmalar düzenlenmektedir.
1930 yılında Ereğli’de kurulan Azim Konserve Fabrikası’nın kurumsal web sitesinde Osmanlı Çileği ile ilgili olarak şu bilgilere yer verilmiştir, “Osmanlı Çileği Avrupa kökenli Arnavutköy çileğinden türemiştir. 1900’lü yılların başında çiçeği Halil Paşa’ya gelen ve yöremiz kestane toprağında özgün yapısına kavuşan; pembe rengi, orta boy oval görünümü, zengin aroma ve nefis kokusu ile dünyanın eşsiz ve tek çileği olma özelliğine kavuşmuştur. Onu ilk kez Paşa’nın arabacısı Mustafa elemiştir.
Kestaneci Köyü (Kestaneci Mahallesi) eteklerinde Kahyaoğlu Kadir ve Rum asıllı ortağı ile üretimine başlanan Osmanlı Çileğimiz, yöre halkının uzun süre birinci sırada gelen gelir kaynağı, dış ziyaretlerimizde gururla takdim edebileceğimiz armağan olmuştur.
Osmanlı çileğimiz, ülkemizdeki ilk konserve fabrikalarından biri olan Azim Konservenin Karadeniz Ereğli’mizde kurulmasını sağlamıştır.”
ULUSLARARASI KALECİK KARASI FESTİVALİ
İsmini yörede yetişen dünyaca ünlü üzümlerden alan ve Kalecik Belediyesi tarafından düzenlenen Uluslararası Kalecik Karası Festivali, her yıl Eylül ayında Kalecik’te gerçekleştiriliyor.
Festival sırasında konuklar, Kalecik Karası üzümünü ve bu üzümden üretilen şarapları da tatma fırsatı buluyorlar. Festival alanında kasnak böreği, ayva, armut, dut vb. gibi ürünlerin de tadına bakmak ve satın alma fırsatı bulunuyor.
Festival ilk yıllarında yörede yetişen Kalecik Karası cinsi üzümlerden üretilen şarapların tanıtılması amacı ile, Kalecik Karası Şarap Festivali adıyla düzenlenmeye başlanmış, ancak yıllar geçtikçe şarap festivali olmaktan çıkıp, konusu üzüm olan büyük bir pazar yerine dönüşmüştür.
En iyi Kalecik karası üzümünün seçildiği festivalde; üzüm çiğneme yarışması gibi özgün etkinliklerin yanında, sanatçıların ve yöresel sanatçıların konserleri de oluyor.
KALECİK KARASI ÜZÜMÜ
Kalecik Karası, Kızılırmak Vadisinin Ankara İli Kalecik ilçesi sınırları içerisindeki yöresel koşullarda gösterdiği üstün performansı ile bugün ülkemizin en önemli kırmızı şaraplık üzüm çeşididir. Orta Anadolu Bölgesinde bağcılık adına 1950’ler den bu yana yaşanan gerileme sürecinde en fazla etkilenerek kaybolmanın eşiğine gelen bu değerli çeşidimiz, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümünde yürütülen toplu ve tek seleksiyon çalışmaları ile yöreye yeniden kazandırılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda 45 adet klon baş omcası arasından seçilen en üstün üç klon belirlenmiştir. Yukarıda sözü edilen yüksek verimli ve kaliteli klonlardan elde edilen şarapların haklı şöhreti, Kalecik yöresinde bağcılığın yüksek kazançlı bir sektör olarak yeniden ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bugün kökenini tamamen sözü edilen klonların oluşturduğu Kalecik Karası bağları, yörede hızla genişlemektedir.
Kalecik karası şarap sektöründe kullanılan bir üzüm türüdür. Bu ürün geçmiş zamanlardan beri yöre ekonomisine büyük katkı sağladığından, coğrafi olarak tescili gerekmiştir. Bu nedenle Kalecik Karası üzümü Kalecik Belediyesi tarafından “KALECİK KARASI ÜZÜMÜ” ibareli coğrafi işaret olarak 89 sayılı tescil belgesi ile tescil edilerek, 06.04.2006 gün ve 26131 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Bu tescile ek gerekçenin özetinde de üzümün teknik özellikleri anlatıldıktan sonra şu ibarelere yer verilmiştir.
“Kalecik Karası üzümü muhafaza edilememektedir. Toplanan ürünler doğrudan üretici tarafından fabrikalar götürülmekte veya alıca firma bağlardan bizzat almaktadırlar.
Kalecik ilçesi topraklarının büyük bölümü kahverengi veya kırmızı-kahverengi topraklardan oluşmaktadır. Kızılırmak çevresinde yer alan toprakların bir kısmını da alüvyonlu topraklar oluşturmaktadır. Kalecik Karası çeşidinin kendine özgü bileşimi işte bu birinci grup topraklardan kaynaklanmaktadır. Kahverengi topraklar bol miktarda kalsiyum içerirler. BU tip toprakların ana maddeleri marn, killi şist, kalker veya şist ara tabakalı killerden ibarettir. Ayrıca ince bünyeli alüvyondan ayrışmış bazalt, kireç kayası ve kil taşıdır. Bu tip topraklar kendine göre iklimsel özellik gösteren bölgelerde oluşmaktadır. İlçeyi boydan boya katleden Kızılırmak’ın oluşturduğu özel mikroklima, bu toprak özellikleriyle birleşerek Kalecik Karasının Türkiye’nin en önemli kırmızı şaraplık üzümü özelliğini kazanmasına neden olmaktadır. Şarabın kendine özgü buklesi Kalecik Karasının ancak Kalecik ilçesi ekolojik koşullarında yetişmesi halinde oluşabilmektedir. ”
KALECİK KARASI KIRMIZI ŞARABI:
Unutulmaması gereken ilk şey coğrafi tescil belgesinin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere KALECİK KARASI ŞARABININ sadece Kalecikte yetişen üzümlerden elde edileceğinin altının çizilmesidir. Başka coğrafi alanlara taşınan üzüm fidesi Kalecik Karası üzümü olma niteliğini kaybetmektedir.
Kalecik Karası şarabı koyu kırmızı renklidir. Üzümü sulu olduğu için kolay içimli, kadifemsi ve aromalıdır .Aromatik olarak Kalecik’e özgü kiraz, kayısı muz çilek gibi meyvelerin ortak tadını damağınızda hissedersiniz ve bu size büyük bir keyif verir. Alkol ve asit oranının dengeleri iyi sağlandığından damak tadına en iyi hitap eden kırmızı şaraptır. Önerilen içme derecesi 15-17 derece olup, yatık olarak saklama süresi 5 yıl olarak tavsiye edilmektedir.
Kalecik Karası Şarabını diğer kırmızı şarapların aksine, ısrarla kırmızı et veya türevleri ile içmek zorunda değilsiniz. Kalecik Karası her tür Kırmızı et ve salata ile nefis bir ikili oluşturmasının yanı sıra Izgara Balık, kızarmış tavuk ile de inanılmaz başarılı sonuçlar ve damak zevki vermektedir. Çünkü o bir Kalecik Karasıdır. Kalecik Karası şarabınızı uzun süre saklamak isterseniz, mahzen ısısında ve yatık olarak 5 yıl saklayabilirsiniz. Genellikle üretildikten hemen sonra tüketilen şarapların dünya ortalaması % 98’dir. Ancak Kalecik Karasını hemen tüketebileceğiniz gibi, ilerideki özel günler için saklama şansına sahipsiniz.
MANİSA MESİR MACUNU VE MESİR FESTİVALİ
Kültürel ve geleneksel çeşitli uygulamaları içeren ve baharın başlangıcı olarak kabul edilen Nevruz haftası yaklaşık 400 yıldır devam etmektedir. Şifalı bir yiyecek olduğu kabul edilen mesir macununun ortaya çıkışı tarihsel bir öyküye dayanır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan, Manisa’da nedeni anlaşılamayan bir hastalığa yakalanır. Bu hastalığa çare için Sultan Cami Medresesi’nin başhekimi Merkez Efendi, 41 çeşit bitki ve baharatın karışımından oluşan bir macun hazırlar. Mesir macunu ismiyle günümüze kadar ulaşan bu şifalı karışım, Hafsa Sultan’ı kısa sürede sağlığına kavuşturur. Yardımsever kişiliğiyle bilinen Hafsa Sultan, iyileşmesini sağlayan mesir macununun her yıl Nevruz haftasında, halka dağıtılmasını ister. Küçük kâğıtlara sarılan macun, Sultan Cami’nden halka saçılır. O günden bu güne her yıl aynı dönemde Sultan Cami etrafında toplanan halka, şenlikler yapılarak mesir macunu dağıtılır.
Mesir Macunu, kuşaktan kuşağa aktarılan geleneksel bilgiler doğrultusunda hazırlanmaktadır. Mesir macununun içeriğinde anason, çörekotu, hardal tohumu, Hindistan cevizi, kakule, karabiber, karanfil, kimyon, kişniş, ravent, safran, sakız, tarçın, vanilya, yenibahar, zencefil, havlıcan, portakal kabuğu, sinameki, rezene gibi bitki ve baharatlar bulunur. Macunu yapan aşçıbaşı, baharatların ve bitkilerin tazeliğini kontrol eder, malzemelerin oranlarını belirler, pişirme ortamını gözden geçirir. Aşçıbaşı, hazırlık aşamalarında yanında bulunan çıraklarına bilgi ve deneyimlerini sözlü ve uygulamalı olarak sürekli aktarır ve böylece geleneksel bilginin devamlılığını sağlar.
Festival etkinlikleri her yıl mesir macununun dua okunarak karılması ve pişirilmesiyle başlar. Festival süresince saçılmak ve dağıtılmak üzere en az üç ton mesir macunu hazırlanır. Mesir macunu temizlik, el mahareti, deneyim ve sabırlı olma gibi nitelikler taşıyan en az 14 kadın tarafından küçük, renkli ve parlak kâğıtlara sarılarak paketlenir. Şifa dilekleri ve edilen dualarla karılıp pişirilen macun, Sultan Cami minaresi ve kubbelerinden halka saçılır. Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen binlerce kişi, atılan macunları yere düşmeden havada yakalayabilmek için birbiriyle yarışır. Festival programı süresince mesir karma ve dağıtma törenlerinin yanı sıra geleneksel mesir korteji yürüyüşü, yemek yarışması, halk konserleri, çocuklara yönelik eğlenceler, tiyatro ve halk oyunları gösterileri gibi etkinlikler yer alır.
Türkiye’nin hemen her bölgesinden gelen katılımcıları buluşturan Mesir Macunu Festivali, toplumsal barış ve kaynaşmaya önemli bir destek vermektedir. Manisa’da festival için gelen yerli ve yabancı misafirlere yönelik hazırlıklar yapılır ve ülkemizin konukseverlik geleneğinin bir örneği olarak mesir macununun gelen yabancı misafirlere ve komşu illere dağıtılmasına özen gösterilir.
Festivalin gerçekleştirildiği mekân, yüzyıllardır festivale ilişkin geleneksel bilgi ve becerilerin aktarıldığı ve sürdürüldüğü ortam olan Sultan Cami ve Külliyesi’dir. Yeni nesil, güncel etkinliklerle birlikte yeniden yaratıp yaşattıkları festival uygulamalarını geniş bir katılımla bu mekânlarda sürdürmektedir.
Geleneksel mirasların yaşatma güvence altına alınmasında, miraslara ilişkin kültürel mekânların korunması büyük önem taşımaktadır. Bu doğrultuda Mesir Macunu Festivalinin gerçekleştirildiği kültürel mekân Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 1988 yılında SİT alanı ilan edilmiştir. Mesir Macunu Festivali Kültür ve Turizm Bakanlığınca ekonomik olarak desteklenmekle birlikte, Festivale ilişkin araştırma, tespit ve envanterleme konularında çalışmalar devam etmektedir.
Manisa’yı Mesir’i Tanıtma ve Turizm Derneği, festivale gönüllü katkı sağlayan en önemli kuruluşlardan biridir. Bünyesinde yer alan araştırmacılar tarafından, Mesir Macunu Festivaline yönelik araştırma ve yayın çalışmaları sürdürülmektedir. Dernek, yapılan her festivale ilişkin görsel, yazılı ve işitsel dokümandan oluşan geniş bir arşive sahiptir. Manisa Valiliği, Manisa Belediye Başkanlığı ve Manisa’yı Mesir’i Tanıtma ve Turizm Derneği tarafından organize edilen Mesir Macunu Festivali’ne özel kurulan internet sitesi (http://www.mesirfestivali.com) aracılığıyla Festival’e ilişkin tüm güncel haberler ve duyurular kamuoyu ile paylaşılmaktadır. Ayrıca Manisa’da bulunan Celal Bayar Üniversitesi, Festival’e yönelik akademik araştırmalara ve sempozyum, panel gibi bilimsel toplantılara ev sahipliği yapmaktadır.
Her yıl düzenlenen Uluslararası Manisa Mesir Festivali Fotoğraf Yarışması, Festival’in tanıtımına katkı sağlarken, yerel ve ulusal medyada Mesir Macunu Festivali ile ilgili haberler geniş yer bulmaktadır.
Mesir Macunu Festivali 2012 yılında UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi’ne ülkemiz adına kaydettirilmiştir.
MANİSA ŞİFAHANESİ
Bir sonbahar günü hastalanan Ayşe Hafsa Sultan, Merkez Efendi’nin hazırlamış olduğu ve 41 çeşit bitki ve baharat karışımından meydana gelen macun sayesinde sağlığına kavuşunca, bu macunun halka dağıtılmasını istemiştir. Vücut bağışıklığını artıran macun, zamanla Sultan Camii kubbelerinden halka saçılmış, saçımın özellikle Nevruz’a denk gelmesi, geleneksel bir Türk kültür öğesinin yeni bir form ve muhtevada yaşamasına, günümüze intikaline vesile olmuştur.
Darüşşifa kitabesine göre, H.946/M. 1539-1540 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman tarafından annesi adına yaptırılmıştır. Külliyenin mimarı Acem Ali, darüşşifanın da planlayıcısı olmalıdır. Fakat Acem Ali darüşşifayı tamamlayamadan ölmüştür.
Külliyenin onarım gördüğü tarihlerde darüşşifanın da onarılmış olması mümkündür. 1922 Yunan İşgalinde yakılan yapı, 1962-1963’lerde restore edilmiştir. Daha sonra uzun bir süre boş kalan yapı 1996 yılında, Celal Bayar Üniversitesine tahsis edilmiş ve 30 Kasım 2013 günü Celal Bayar Üniversitesi tarafından Hafsa Sultan Tıp Tarihi Müzesi olarak hizmete açılmıştır. Osmanlı Devleti’nin tarihi seyri içinde özellikle Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) den itibaren tıp alanında önemli gelişmeler yaşandığı görülmektedir. Ayrıca bu dönemde devlet tarafından Hekimbaşılık müessesesinin temellerinin atılması da, sağlık hizmetlerine verilen önemin bir göstergesidir. Bazı hastalıkların bulaşıcı olduğunu keşfeden Osmanlı hekimleri buna göre tedavi usulleri geliştirmiş ve kurulan hastanelerde özellikli hastalığın tedavisi için ayrı bölümler oluşturulmuştur.
Avrupa’da örneklerine çok sonra rastlanılan hasta ve yakınlarının rızasının alınması (Rıza Senedi) uygulaması, Osmanlılarda daha ilk dönemlerden itibaren rastlanmaktadır. Kendilerine İbn-i Sina ve Zehravi gibi ünlü İslam tıp alimleri örnek alan Osmanlı hekimleri, Avrupalı meslektaşlarından çok daha önce kan dolaşımını, mikrop vs. tespit etmişler ve hastalıkların tedavisinde bu bilgiden faydalanmaya başlamışlardır.
Osmanlı hekimleri geliştirdikleri yeni tedavi yöntemleri yanında, çok eskiden beri kullanılan tedavi yöntemlerini de uygulamaya devam etmişleridir. Bunların başında birçok hastalığın tedavisinde kullanılan hacamat ve dağlama gibi tedavi yöntemleri en başta gelenlerdir. Ayrıca tıp biliminin önemli kollarından biri olan göz hastalıkları ve tedavi yöntemlerinin de, Osmanlı tıp yazmalarında önemli yer tuttuğu görülmektedir. Osmanlı hekimlerinin yaptığı bazı ameliyatlar –kimisi küçük değişikliklere uğramış olmakla beraber- halen uygulanmaya devam olunmaktadır.
Osmanlı’nın Mâl-i hulyâ dediği (melankoli), kara sevdâ dediği (isteri), ateh-i kable’l-miâd dediği (şizofreni), ayrı metodlarla tedavi gören akıl hastalıkları idi. İlâç, istirahat, gıda ve çiçek çeşitleri, musiki, meşguliyet, tedavi yollarından bazıları idi. Besin ve çiçek çeşitleri koku, renk, şekil, tat ilave olarak ada kullanılmıştır. Türk musikisi makam ve usullerin ayrı karakterleri bakımından farklı etkiler yapacağı için, hastanın durumuna göre dikkatli kullanılması gerektiğini yazar. Bu ise, hekimin derin musiki kültürü bilmesini gerektirir. Musiki ile tedavinin uygulamalı olarak ancak 1965 (ABD) da başladığı göz önüne alınırsa, tarihin derinliklerindeki tecrübelerimizin ne denli etkin ve zengin olduğu anlaşılır.
ADANA LEZZET FESTİVALİ
Adana Lezzet Festivali, Adana Lezzet değerlerinin Türkiye ve dünya çapında tanınırlığını sağlamayı ve Adana turizmini geliştirmeyi hedefleyen bir proje olarak Adana Valiliğinin himayesinde gerçekleşmektedir. Bugüne kadar Anadolu’da gerçekleşen en kapsamlı Lezzet Etkinliği olma iddiasıyla yola çıkan festival, sadece Adana’nın bir birinden nefis lezzetlerini doya doya yemeye imkân tanımayacak, aynı zamanda gastronomi dünyasını Adana’da buluşturacak ve Türkiye genelinde Adana’yı ve Adana lezzetlerini konuşturmaktadır.